Sabahattin Kudret Aksal’ın Şiirlerinde “Kaçış” Teması
Sabahattin Kudret Aksal (1920-1993), aslında yaşama sevinciyle dolu bir şairdir. Sayıları bine yaklaşan şiirlerinin büyük çoğunluğunda onu yaşama sıkı sıkıya bağlı buluruz. O, doğaya ve doğadaki nesnelere bakarken, onları ilk defa görüyormuşçasına bir sevinç duyar. Bu, yeni doğmuş bir çocuğun doğayla ilk temasında ortaya çıkan mutluluğa çok benzer bir mutluluktur. Her sabah dünyanın yeniden kurulduğunu düşünen Aksal, yeni bir günün başlamasıyla doğadaki nesnelerin arasında yerini almaya koşar. Gün ışığının doğayı ışıtmasıyla birlikte yeni bir güne başlamayı büyük bir lütuf kabul eden şair her sabah uyanışını, her sabah bu dünyaya gözlerini yeniden açmakla eşdeğer görmekte ve bundan elde ettiği sevinci hiçbir şeyle değişmemektedir.
Sabahattin Kudret, metafizik olgulardan çok, insanın hemen yanı başında cereyan eden veya somut olarak algılanabilen, özellikle doğanın, pencereden görülen kısmıyla daha çok ilgilidir. O, gün ışığı doğadaki nesneleri belirginleştirmeye başlar başlamaz hayatla temasa geçer. Bu onun yaşama olan bağlılığını artırır. Bu sevinçle dünden kalma üzüntülerini, yorgunluklarını üzerinden atan şair, yeni günün kendisine sunduğu bu huzuru fazla koruyamaz.
Aslında karmaşık bir psikolojiye sahip olan insanın, her gün yaşama sevinciyle dolu olduğunu kabul etsek bile sosyal hayat içerisinde onu derinden sarsacak etkilerden kendini koruması mümkün görünmemektedir. Gündelik yaşam içerisinde psikolojisini etkileyecek her türlü hadiseyle karşılaşması muhtemeldir. Aksal’ın, şiirinde bazen hayatla kuvvetli bağlar kurulmuş, kimi zaman da can sıkıntısıyla karamsar bir ruh hâline bürünülmüştür. İşte o, iç dünyasını kaplayan bu bunalımlı ruh halinde anılara ve düşlediği dünyalara kaçmak ister, iç huzuru bunda bulmaya çalışır. Aksal’ın bu kaçışını başlıca iki başlık altında takip edebiliriz.
Hafızayla doğrudan ilintili olan anımsama, kişioğluna varolma öz niteliği kazandıran bir yetidir. İnsanı geçmiş, yaşanılan an ve gelecek arasında ait olduğu konuma oturtur. Zaman boyutu içerisinde ona bir mekân kazandırır. Bu yüzden “Anımsamak! (bizim) Yüce tadımız”dır (“Anımsamak”, Batık Kent, s.116). Sabahattin Kudret de düşünmekten sonra insanın varlığı kadar önemli gördüğü “geçmiş zaman duygulanımları”na şiirlerinde geniş bir yer ayırmış, salt anı kavramı üzerinde de oldukça ayrıntılı açıklamalar yapmıştır. Bunların içerisinde en önemlilerinden biri, anıyı veya anımsamayı “gerçek yaşamak” olarak nitelendirmesidir. “Her Şey” şiirinde bunu şu şekilde açıklar:
Aksal, anısız bırakılan insanın “sanki doğmamış” gibi varlığını yitireceğini söyler. Öyle ki anısız kalan insan ölümün ardından gelen boşluktan daha büyük bir boşluğa düşmüş gibi olur:
Aksal, sık sık “Geçmiş zamana uzan sark” (“Oda”, Şiirler, s. 275) diyerek yaşadıklarımıza dönüp bakmayı önerir. Yaşadığı andan beklediklerini geçmişte bulmayı umar. Yaşadığı günden kurtulmak istediğinde sığınağı anılar olur. Bu bir anlamda umudun tükenmişliğini ifade eder ki, yaşama sevincini bütün benliği ile yaşayan bir şairin bu durumuyla uyuşmamakta, bir çelişkiyi ortaya çıkarmaktadır. “Eski tanıdık” diye nitelendirdiği anılara
diye seslenir. Bu sesleniş onun yaşadığı günden memnun olmama, huzuru ve mutluluğu, belki de teselliyi geçmişte arama çabasının sonucudur (“Geçmiş Güne Türkü”, Gün Işığı, s.41).
Bu karşıt durum daha başka şiirlerinde de sürdürülür. Örneğin “Kış Geceleri” şiirinde de bu düşüncelerini tekrar eder; kendisini zamanın dışına atarak bir bir tükettiğimiz değerleri çağın öte yakasından alıp gelmeyi düşler. Bir başka ifade ile anılar onun yitik değerleridir, onları unutmamalı çağımıza kazandırmalıdır:
Aksal yaşamı boyunca gördüğü “sarhoş edici” güzellikleri ve değerleri anımsamayı sihirli bir atın üzerinde seyahat etmeye benzetir. Bu sihirli atın üstünde yaşanmışlara gitmeyi çok sever. İnsan maddî boyutuyla sınırlı bir yaşantıyı sürerken fizik ötesi boyutuyla o “sihirli atı”nın üzerinde, anılarının arasında özgürlüğün tadını çıkarır:
Aksal’ın şiirlerinde kişisel yaşamı ve şahidi olmadığı zamanların yaşamı olmak üzere başlıca iki geçmişten söz etmek mümkündür.
Kişisel geçmişini konu alan şiirlerinde daha çok çocukluk, zaman zaman da gençlik dönemlerinin konu edildiğine tanık oluruz. Kendisi dışında yaşanmış zamanların ele alındığı şiirlerinde şair biraz da hayal gücünü kullanarak yakın çevresine ait mekanların ve insanların anılarını yansıtmak istemiştir. Deniz kıyısında balık avlayan bir yaşlının, sokakta elleri cepkeninin cebinde yürüyen bir adamın, balkonda etrafı seyreden bir yaşlı çiftin neler düşündüğünü, neleri yaşadıklarını hayal etmek başlıca zevkleri arasındadır. İkinci gruba girebilecek şiirlerinin sayısı oldukça azdır. Bunlardan birinci gruba alabileceğimiz bir şiirinde eski bir evin balkonunda gördüğü biri kadın biri erkekten hareket ederek şunları düşünür:
Sabahattin Kudret geçmişi, bu şiirlerine asla çirkin yönleriyle taşımaz. Geçmiş her zaman için mutluluğun hüküm sürdüğü, bir daha yaşanılması çok güç sevgileri, dostlukları, güzellikleri barındıran çağrışım unsurlarıyla şiirde görünür. Şairin, çizilen pembe tonlu tablolarla okuyucuyu bu duygularına ortak etme, onlara haklılığını ispat etme gayreti dikkatli bakışlardan kaçmaz. Şair bir şiirinde bizi önce çok da güzel bir görünüm oluşturmayan, yıkılmak üzere olan, ancak birbirlerine yaslanarak ayakta durabilen evlerin sıralı olduğu sokaktan geçirir. Ama devamında okuyucuyu büyülen bir atmosfere çekmesini de bilir. Zaman kokan bu sokaktaki evler bir zamanlar “duru bir mavilik”in altında varlığını devam ettirirlerdi. Güneş yüzünü aydınlığa dönük evlerin odalarında doğar ve batardı. Evin bahçesindeki sedirlerde “yaz, yeşille oynaşır”, taşlıklar ağzı tülbentle bağlı küpün serinliğiyle kokar, kovada duran suyun ışıltısında göğü görmek mümkündür. Sarmaşıklarla sarılı evin kapısında, takunyalar kurutulmaya terk edilmiştir. Daha dün çiçeklerle, sarmaşıklarla donatılmış, canlılığın izlerini taşıyan bu evlerin bahçesini şimdilerde mezar taşları doldurmuştur:
1948 yılının uzun kış gecelerinin birinde yazdığını belirttiği “Kış Geceleri” adlı şiirinde
der. Zaman zaman çocukluk günlerine, zaman zaman da on beş yaşlarına gider, buralarda kaybolduğunu sandığı değerleri arar:
“Kış Geceleri”, Gün Işığı, s.36.
Geçmişe gitmekle hüznün girdabına giren şair bazı zamanlar anılarından kurtulmak ister. Çünkü birer birer bu dünyadan göç eden sevdikleri ve onlarla geçirdiği güzel günler bir daha aynı güzelliği ile asla geri gelmeyecek, onları anımsamakla sadece üzüntü duyacaktır. Bu yıkıntıyı yaşamak istemeyen şair anıların davetine bazen
dizeleriyle hayır diyebilmektedir.
Sabahattin Kudret Aksal’ın kaçışı sadece geçmişin mekanlarıyla sınırlı değildir. O zaman zaman mazide kalmış aşklarına sığınır. Geçmiş zaman sevdaları ile bir zaman avunur. Küçücük bir kıza aşık olmasını hatırlar. El ele saadet içinde İstanbul’u dolaşmalarını, kentten uzakça bir meyhanede sabahlamalarını özlemle anar:
Söz konusu bu şiirlerinde Aksal, anılarını aktarırken biraz da yaşanılan anın yaşanmışlardan daha güzel olmaması dolayısıyla onları aradığını, onlara hep bir özlemle baktığını sezdirir. Bazı şiirlerinde ise bu sezgi olmaktan çıkar şiirin özü olur. Geçmişe özlem duygusunun ön plâna çıktığı şiirlerinin başında “1939 Yazı” gelmektedir. Bu şiirinde 1939 yazında şehrin dışındaki (büyük bir olasılıkla çocukluğunun geçtiği Derince’deki evleri) evlerinde ailesiyle geçirdiği aşkla dolu günleri anar.
bu günler aydınlık ve iyidir. Yaşamın kendisini bu günlerde bulmuştur. Üzüntülerin farkına varmaksızın ailesiyle geçirdiği 1939 yazı huzur doludur. Suyun ağacın rüzgârın tadını o yaz günlerinde, o yerde almıştır. O yaz bir de mahallelerindeki “sevgililerin sevgilisi” bir kıza tutulmuş, bu anımsamayla beraber bir kez daha yanmıştır:
Anımsamayla beraber geçmişe özlem duygularının kabarması onu başka bir sıkıntıya iter. Ve
der. Ama anılar onu öylesine sarmıştır ki bir türlü kendi haline bırakmamakta bu kadar az zamanda bu kadar çok anı sahibi olduğuna şaşmaktadır. Öylesine ki sahildeki vapurlar, deniz, gökyüzü, rüzgâr onun anıları arasındadır. Onlarla her temasa geçişinde bir şeyler anımsamaktadır:
Aksal bazı zamanlar geçen her anı ve mekânı özleme gibi, geçmişe özlemin ötesinde bir duyguya da kapılır. Bu şiirlerinde geçen her saniyeyi özleyen bir şairle karşılaşırız:
Aksal’ın şiirlerinde “geçmiş zaman kuşları”nın (“Geçmiş Zaman Kuşları”, Şiirler, s. 263) sığınaklarından biri de çocukluk günleridir. Geçmiş zamanın çok farklı göklerinde gezen bu kuşlar “ardarda asılı zamanın uzağında duran” (“Eski Bahçe”, Şiirler, s. 231) ve sırtına “vurulmuş bir yaman torba” olan (“Torba”, Şiirler, s. 214) çocukluk dünyasından bize bazı görünümler sunar. Bu yansımalar daha çok iki mekân üzerinde yoğunlaşmaktadır. Bunlardan birincisi Beşiktaş, ikincisi de Derince’dir. Çocukluğunu teyzesi ve eniştesinin yanında geçiren şairin tatil zamanlarının değişmez mekanı eniştesinin Derince’deki evidir. Beşiktaş ise, zaman zaman sokaklar ve mahalleler değişse de, onun sürekli yaşam mekânıdır. Çocukluk günlerinin, devamlı özlenen, tadına doyulamamış ve her ne kadar yaşanılan anda uzun gibi görünse de şimdi uzak bir noktadan bakılınca aslında hiç de o kadar uzun olmayan bir niteliği vardır onun şiirlerinde.
“Bir horoz şekeri gibi” gece gündüz sürekli emdiği çocukluk günlerinin hayali, onu âdeta yaşama bağlayan kaynaklardan biri olmuştur. Gece başını yastığa koyduğunda, gündüz ise sokaklarda, devamlı olarak çocukluğuna gitmekte oradan yaşama dair neler varsa yaşanılan an’a taşımaktadır (“Geçmiş Zaman Kuşları”, Şiirler, s. 263).
Beşiktaş’taki çocukluk hatıraları okula gidişi, okulda yaşayıp da unutamadıklarıyla ilgilidir (“Okul”, Batık Kent, s.106). Bazen onu sırtında çantası, okul dönüşü ve 1930 yıllarının Beşiktaş akşamında yakalarız. Aksal, her gün okuldan evine giderken salkımların ekşimiş kokusunu duyarak yıkılmak üzere olan, kafesi kalkmış, camları açık bir evin yanından geçer. Dokunaklı şarkıların yükseldiği bu evin yanındaki ilkbahar güneşinin ısıttığı kaldırım taşlarına basarak gündüz olmasına rağmen içerisinde mumların yandığı bakkal dükkanına ulaşır. Terziyi, berberi, hemen köşede yer alan içini tömbeki içenlerin doldurduğu kahveyi geçer. Sokakta yoğurt, taze Malta eriği satan satıcıları görür. Artık dağılmak üzere olan çarşıdaki insanların uğultu halinde kulaklara çarpan seslerini duyarak eve varır. Sessiz soluksuz yenilen akşam yemeğinden sonra, esneyen ahşap merdivenlerden odasına çıkar. Yüzükoyun yere uzanır, eniştesinin bir denizci olmasından olacak, devamlı yük gemileri çizer. Yorulduğunu hissettiği an, “yatağının serin rüzgârını” yüzünde hisseder, artık uykuyla burun buruna gelmiştir (“Ben miydim O”, Şiirler, s. 403).
Doyamadığı çocukluk günlerinden ondan kalan diğer bir tat ise Derince’de bulduğu kır havasıdır. Sarı bahçeler ve ağaçlar arasında geçen o günlerin yitirilişini “kaburgamda bir susuzluk gibi duyduğum geceler” diyerek anar (“Yaşarken”, Batık Kent, s.24).
“Hep Ağaçlara” adlı şiirinde ise bu kır havasını doyasıya aldığı yerle ilgili anılarını tazeler. Derince’de, doyamadığı çocukluk günlerinin mâzide kalan kır havasını tadar.
Yaşanılan an’dan bir ölçüde sıyrılma özlemini simgeleyen geçmişe yönelişle birlikte şair zaman zaman bilmediği, görmediği egzotik mekanlara doğru yolculuğa çıkmak ister. Bir şekilde zamanı ve mekanı terk etme isteği onu, hayal dünyasındaki bir yaşama biçimine sürükler.
İnsanlık, varoluşundan bugüne kadar görülen âlemin ötesinde görülmeyen, bilinenin ötesinde bilinmeyen dünyalar hayal etmiş ve bunun varlığına hep inanagelmiştir. Dinler de insanoğlunun bu isteğine cevap bulmaya çalışmıştır. Hatta denilebilir ki “dinler, bu inanç ve özlemin sistematik hâle gelmiş şekilleridir.” (Kaplan 1984: 46). Türk ve dünya şiiri bilinmeyen âlemlere gitme, orada yaşama arzusunu dile getiren örneklerle doludur.
Bu dünyada gönlünü huzura kavuşturamayan Fuzulî (1495-1556), asırlarca önce
diyerek ona mutluluk getirecek bir başkâ âleme gitmek istemiş ve şöyle seslenmiştir:
Servet-i Fünûn şair ve yazarlarının, yaşadıkları dönemin sosyal ve siyasal atmosferinden bunalarak önce egzotik bir diyar olduğuna inanılan Yeni Zelanda’ya, olmayınca da Manisa’nın Sarıçam köyüne gitmeyi düşledikleri bilinmektedir. Fikret (1867-1915), Servet-i Fünûncuların bu hayal ve arzularını dile getirdiği “Ömr-i Muhayyel” şiirinde
bir yaşam süreceği bu diyara gitmeyi ister. Bu istek bazen bir yakarışı andırır:
Ahmet Haşim (1884-1933) “O Belde”sinde
diye sorarak böyle saadet dolu bir beldenin varlığına şüphe ile yaklaşır.
Cahit Külebi (1917-1997)
diye feryat ederek
der.
Cahit Sıtkı (1910-1956), içinde bir başka dünya hasretinin olduğunu söyleyerek (“Korkulu Köprü”, Tarancı 1993: 40) bu dünyaya özlemini şöyle anlatır:
Ahmet Muhip Dıranas (1908-1980);
Salih Zeki Aktay (1896-1971); “Kanatlan, hamleler yap kurtul bu loş yataktan” (“Dere”, Aktay 1933: 60) diyerek bu dünyadan kurtulup huzurlu bir “öte”ye ulaşma istediğini her fırsatta dile getirmiştir.
Aksal’ı bilinen veya bilinmeyen bir yerlerde ideal bir yerin olduğu düşüncesine sürükleyen etkenlerin başında psikolojik olgular gelmektedir. Zaman zaman yaşanılan an’dan, mekandan bunalan şair, bu can sıkıntısını hayal aleminde ördüğü uzak diyarlar motifiyle yok etmeye çalışır.
Öncelikle şunu söylemeliyiz ki Aksal’ın şiirlerinde dile getirilen bu âlem, “Uçmak Gitmek” adlı şiirinde söylenilenleri göz ardı edecek olursek, fizik ötesi, dünya dışı bir yerde değildir. Bunlar adlarını bizim de bildiğimiz yerlerdir ama uzaktadırlar. Bu tür şiirlerinin ikinci özelliği bize sadece bir yer göstermesi, biraz da tasvir etmesi ama bir yaşam şekli sunmamasıdır. “Uzak diyarlara göç” içerikli şiirlerinde ortaya çıkan bu temel özellikler bizi çağdaşı bir şairi olan Orhan Veli’ye götürür. Her iki şairin aynı temalı şiirlerinde görülen benzer özellikler dikkat çekicidir.
Orhan Veli’nin uzun yolculuğu sırasında görmeyi arzuladığı yerler arasında Hindistan [(“Öykü”, Kanık 1993: 161 ve “Tûbâ” Kanık 1993: 163)], Çin (“Hay Lu Lu”, Kanık 1993: 175), Madagaskar (“Hay Lu Lu”, Kanık 1993: 175), Singapur (“Seyahat”, Kanık 1993: 145) gibi Uzak Doğu’da yer alan ülkeleri saymamız mümkündür. Sıraladığımız bu yerlere, aynı alan içerisinde olduğunu düşündüğümüz ama şairin sadece “yamyamların memleketi” (“Gemilerim”, Kanık 1993: 53) dediği yeri de ekleyebiliriz. Bu ülkelerin ortak özelliği birbirlerine yakın coğrafya içerisinde yer almaları ve deniz ülkeleri olarak bilinmesidir. Orhan Veli, kendisine mutluluğun ve sükûnun kapısını açacak bu uzak memleketlere doğru yelken açmayı düşünse de yaşamını sınırlayan dar kalıplardan sıyrılmanın yolunu söz konusu bu yerlere sadece seyahat etmekte bulur. Mutlu bir yaşamın sürdüğüne inanılan bu memleketlerde yaşamayı asla düşünmez, bu sıkıntılı ruh halini yolculuk özlemiyle aşmaya çalışır. Dolayısıyla huzurun beşiği olan diyarların öz niteliklerini bize tanıtmaz. Onun bu tür şiirlerinde betimleme de yoktur. Ayrıca Orhan Veli’nin egzotik bir yaşam sürdürüldüğüne inanılan Uzak Doğu iklimlerine hep bir yelkenli gemi ile gitmek istemesi, bir başka söyleyişle buraları ziyaret etmesi dikkatlere sunulması gereken bir diğer ayrıntıdır.
Sabahattin Kudret Aksal’ın özellikle ilk şiirlerinde özlemini duyduğu yerler de Orhan Veli’nin adını andığı ve seyahat etmek istediği yerlerdir. Bunların başında Çin gelmektedir [(“Masal”, Şiirler, s. 316. “Bekleyişler”, İnsan, 11 (8 Nisan 1939). “Rüya”, Yeni Yol, 1 (30 Ağustos 1940)]. Adına en fazla rastlanan ikinci ülke Hindistan’dır [(“Öğle Üstü Şiir II”, Şiirler, s. 23. “Masal”, Şiirler, s. 316)]. Bir şiirinde bahsedilen yamyamların yaşadığı ülkeyi de eklememiz gerekir (“Çığlık Kuşlarda”, Şiirler, s. 288). Ayrıca “Orası sıcak!, derbeder” (“Düşsel Yolculuk”, Batık Kent, s.14) “sıcak memleket” (“Obad”, Şiirler, s. 24), “kuşların döndüğü memleket” [“Nerde”, İnsan, 6 (İkinciteşrin 1938)], “uzak yerler” (“Ne Yaparsın”, Şiirler, s. 36), “uzak limanlar” (“Liman, Direkler, Yelken”, Şiirler, s. 20), “güney şehri” (“Yolculuk”, Şiirler, s. 20) gibi nitelendirme ve göndermeler hemen hemen bahsedilen ülkeleri çağrıştırmaktadır. “Uzak diyarlara göç” temasının görüldüğü ilk şiirlerinde Aksal, Orhan Veli’nin duyarlığına sahiptir. O da aynı vasıtalarla, gemilerle bu deniz aşırı memleketlere gitmek ister ve huzuru buralara yapacağı uzun deniz yolculuklarında bulmayı umar. Burada Aksal’ın Orhan Veli’den farklı bir duruşu ortaya çıkmaktadır. Aksal ilk şiirlerinde Orhan Veli’de olduğu gibi özlenen memleketlere yapılacak bir yolculukta teselliyi bulurken, daha sonraları yolculukla yetinmeyip oralarda yaşamak da istemiştir. Aksal söz konusu Uzak Doğu ülkelerinde özlenen yaşam biçimi ile ilgili bir bilgiye fazla yer vermese de buraların tasvirini yapmayı da ihmal etmemiştir.
Mehmet Kaplan, bütün “öte” şiirlerini “İçinde yaşanılan dünyadan nefret duygusu ve bir yerlerde ideal bir âlemin bulunduğu inancı veya ihtimali.” biçiminde iki temele dayandırır (Kaplan 1984: 47). Sabahattin Kudret’i yakından tanıyanlar her ne kadar onun hüzünlü bir duruşundan bahsetseler de yaşama bir nefret duygusuyla bakmadığını doğrulamaktadırlar. Aksal, yaşamı seven, yaşamın tadını bulabilmiş ve çevresini kuşatan güzellikleri fark edebilmiş bir şairdir. Onun bu özelliği, doğrudan yaşama sevincini dile getirdiği şiirlerinde bulunabileceği gibi, yaşam, doğa, zamansızlık ve ölüm temalarını işlediği şiirlerinde de görülebilir. Bütün bunlara rağmen onun şiirlerinde can sıkıntısının amansız kıskacında bunalan, sokaklarda dolaşarak, doğayı temaşa ederek, dostlarla sohbet ederek sıkıntılardan kurtulmayı bekleyen bir Sabahattin Kudret’i bulduğumuzu daha önce belirtmiştik. Avare yaşantısıyla sıkıntılarından kurtulamayan Aksal, kendisini sınırlandıran yaşamdan kaçarak, uzak ülkelere yelkenli gemilerle yapacağı uzun seyahatler sonucunda, huzura ulaşmayı ümit eder. Hatta Orhan Veli’den farklı olarak bu sıcak memleketlerde yaşamayı da arzular. Gecenin geç vaktinde gemisine binerek Çin’e veya Hind’e gitmek ister. Onu orada sazdan yapılmış bir evde melez bir kadın beklemektedir:
“Düşsel Yolculuk” şiirinde bize “Özlediğim başka bir yer” diyerek yaşamayı istediği memleketi tanıtır. Hantal şilebiyle uzak yolculuklardan dönmüş gemilerin doldurduğu rıhtıma uğrayarak vardığı yer, sıcak ve derbederdir. Orada her şey uyum içerisinde olduğundan zamanı en üst seviyede yaşamak mümkündür. Aksal burada ayaklarını suya uzatarak uzun uzun yıldızlara bakmak ister. Şiirde uzaklığı simgeleyen yıldız ve düşsel yolculuğun yapıldığı ülkenin yer alması, şairin ruhunu daraltan kent ortamından kurtularak özgürlüğe kavuşma ve dolayısıyla huzura erme isteğini de göstermektedir:
Sabahları sis ötesinde görülen gemilerin çıkardığı seslerle uyanır. Kendini bu gemilerin birisinde hayal ederek soyut bir aydınlığın mevcut olduğu, kıyılarında nemflerin koşuşturduğu âdeta mitolojik bir uzak ülkeye gitmeyi düşler:
“Benim aklımda biricik rüyam Çin” diyerek bu ülkede deniz kuşları kadar hür ve mesut insanların yaşadığı düşünü
dizeleriyle bize duyuran şair, bazı şiirlerinde egzotik ögeler içermeyen bir tablo ile karşılaşırız. Bu şiirlerinden birinde her zaman, herkesin düşleyebileceği, bir kır evinde yaşama hayalini sunar. Bu şiirinde aslında daha önce sürdüğü bir yaşamın ardından ağıt yakar gibidir:
Mavi bir aydınlığın yaşandığı sıcak bir memlekette iş, güç, geçim derdini yaşamadan, gelecek kaygısı taşımadan her türlü düşünceden uzak bir ömür sürmek ister ve bu düşüncesini “En güzel anı rüyamın” şeklinde vasıflandırarak böyle bir yaşamı arzu etmenin bir hülyadan ibaret olduğunu da fısıldar (“Obad”, Şiirler, s. 24).
İlk şiirlerinde Orhan Veli duyarlılığı ile yolculuk şiirleri yazan Aksal, günün çok erken vakitlerinde bir “güney şehri”ne yapacağı yolculuğu düşlerken (“Yolculuk”, Şiirler, s. 20), bir sabah bütün kenttekilerden habersiz şarkılar söyleyerek bir yelkenli ile uzak limanlara doğru yola çıkmak ister. Bu duygu ve hayalini daha bir çok şiirinde yineler:
“Gidiyorum”, Şiirler, s. 21.
“Ne Yaparsın”, Yenilik, 11 (Kasım 1953).
Bazı şiirlerinde “yaşamakta olduğum yalan” diyerek söz konusu bu sıcak memleketlere gitmek istemez, hatta yaşadığı bu kentten “kaçmayı” düşünmez:
Bu kentte yaşamaya mecbur olduğunun da farkındadır. Artık uzaklara gitmeyi simgeleyen denizlerden, gemilerden bahsetmeyeceğini söyler:
Sabahattin Kudret Aksal şu şiirlerinde de “uzaklar” özlemini tekrarlar: “Ezgi”, Şiirler, 214; “Bir Yaz Gününden”, Şiirler, 242; “Gemiler”, Şiirler, 331; “Bir Zaman Ardı”, Şiirler, 404; “İçe Dönük”, Batık Kent, 41; “Kış Geceleri”, Gün Işığı, (1953), 35.
Sabahattin Kudret Aksal özellikle ilk şiirlerinde Garip şiirinin çekim alanından kurtulamayarak, Orhan Veli duyarlılığı ile ötelere göç temasını şiirlerinde yer vermiştir. Bunda 1940’lı yıllarına özgü bunalım atmosferinin etkisi olduğu da gözden uzak tutulmamalıdır. Zaman ve mekânın sınırlayıcılığından kurtulma isteği, şairde bilinmeyen, daha önce gidilmemiş uzak diyarlarda huzurun varlığı inancını oluşturmuştur. Bir yandan yaşama bağlılığını ilân eden şair, bir yandan da sıkıntılı ruh halini yaşamış; bundan kurtulma çabasını da şiirlerine yansıtmıştır. Bu çabasını ise dönemin sanat eğilimleri şekillendirmiştir.
Kaynakça: